-Bir Mezar Taşına Verilmiş Söz-
Tarih 2005 yılını gösteriyordu… İstanbul’a çalışmak için gitmiştim. Henüz ilk aylarımdı ve İstanbul yeni tanışılan bir âşık gibi ilgi istiyor, keşfedilmeyi bekliyordu. Sevdiğim bir dostum beni öğlen aralarında işyerimden alıyor, bana gidebileceğim yerleri gösteriyordu. Bu yerler kimi zaman Çorlulu Ali Paşa Medresesi gibi çay, kahve özellikle de Türk kahvesi içebileceğimiz kendi halinde sessiz mekânlar oluyor, kimi zaman da yemek yiyebileceğimiz küçük salaş dükkânlar oluyordu. Daha çok şehrin kalabalığından, koşuşturmasından kaçabileceğimiz tarihi mekânları tercih ediyorduk.
İstanbul’un sanırım en çok bu yanına vuruldum. On bilemediniz yirmi dakika yürüyüş mesafesinde bir anda şehrin telaşesinden uzaklaşıp kendinizle baş başa kalabileceğiniz olağanüstü güzel ve tarihi yapıları barındırıyor, bağrında saklıyor.
Yine böyle bir günde arkadaşım beni Çemberlitaş’tan aldı ve ilerledik o ünlü Divanyolu’na doğru. Heyecanlıydı, “Bugün sana bir sürprizim var.” diyordu sürekli. Taş kemerli demir bir kapıdan geçtik; II. Mahmut Türbesi yazıyordu girişte. Etrafta mezarlar vardı, aralarından süzülerek devam ettik. Türbenin yanında bulunan avlu belli ki sonradan bir hazireye dönüştürülmüş. Pek çok devlet adamı, yazar, şair ölümlerinden sonra buraya defnedilmiş. Osmanlı taş işleme sanatının en güzel örnekleri arasında ilerlerken, sona doğru yaklaştığımızda arkadaşım basit bir mezarın yanında durdu, önüme geçti ve bana sordu:
- “Burada kim yatıyor biliyor musun?”
Bilmiyordum. Her gün bu yerin önünden geçiyordum ama kim vardı o mezarda bilmiyordum. İçeri daha önce hiç girmemiştim. İnsan neden merak etsin ki bir mezarı, hele ki ölmeden önce…
Kenara çekildi, o zaman gördüm mezar taşına kazınmış ismi:
“Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin. Serez’de idamı 1418.”
Gözlerim doldu. Bir şey diyemedim önce. Boğazıma takıldı kaldı bir anda her şey. Ağrıma gitti birden, hayatın akışına kendimizi bu kadar kaptırıp yanı başımızda bulunan nice değeri görmediğimiz, göremediğimiz için. Kısık bir sesle arkadaşıma seslendim:
- “Lütfen beni bir dakika yalnız bırakabilir misin?”
Arkadaşım da benim gibi Konyalıydı. Gülerek “Ne o, Fatiha mı okuyacaksın?” dedi. Sonra halimi, buğulanmış gözlerimi görünce sessizce kenara çekildi ve güneşli bir İstanbul gününde beni o buz gibi mezar taşı ile baş başa bıraktı.
Bir mezar taşı ne anlatır geride kalanlara? Hele ki sadece bir hayatın değil; bir düşüncenin ve mücadelenin cisimleşmiş hali ise o mezar taşı, dile gelir de size geçmişin soluğunu fısıldayabilir mi?
Bir süre öylece kaldım. Dinledim mezar taşını ve onun bana anlattıklarını… Sonra eğildim hafifçe, fısıldadım ona:
- “Söz veriyorum sana… Söz veriyorum senin sesin, nefesin olacağım ve seni anlatacağım bizi anlayacak kulaklara…”
İşte sizlerle paylaşmak istediğim bu çalışma, o gün bir mezar taşına verilmiş sözün, gereğinin yerine getirilmesidir…
Memet Harun Özer
Kasım 2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder